Doksanlar,  ideolojilerin sona erdiği, yok olan ideolojilerin bıraktığı derin boşluğa geçmişten gelen törelerin, din adı altında hurafelerin, fütursuzca yerleştiği zamanlardı. Tüm dünya komünizmden, halk arasındaki tabirle,  dinsizlikten kendini kurtarmış,

Tanrı’nın, Allah’ın, Buda’nın, Zerdüşt’ün adlarını tekrar ağızlarına özgürce dolamış; kendilerini, onlara adamanın türlü yollarını arayıp bulmuş, tekrar tekrar, o çilekeş hac yollarını yeniden keşfetmişlerdi. Hristiyanlar, Vatikan’ın yolunu tutmuş,  papanın karşısında sıraya girmiş, ağızları açık, kutsal şarabı ve ekmeği yiyerek günahlarından arınmayı bekliyorlardı. Mesih İsa, kilise haçlarında zuhur ediyordu.Yazarlar romanların da “kutsal kâseyi” arıyordu.

Yahudiler,  bir nebze olsun uzaklaşmadıkları Havralarına daha sıkı sarılmışlardı. Ağlama duvarlarına kafalarını daha hızlı ve daha güçlü vuruyorlardı. Doğudaysa, inançları için, savaşmaya ve ölmeye ve öldürmeye hazır, yeni ateşli mücahitler türüyordu. Artık  “Sovyet” kavramı, sosyalizmle birlikte, tarihin tozlu sayfalarına gömülmüştü. Kendisiyle birlikte karşıtları, elbette “faşizm” de ölmüştü..

​Batıdaysa, kapitalistler zaferlerini “hurra”, diye bağıra çağıra, çan sesleri eşliğinde kutluyordu. Komünist düşmanı, tarihe gömmüşlerdi.

Bu düşmansızlıkzamanlarında,  herkes dinini özgürce, yaşayacak, ibadetlerini özgürce yapabilecekti. “İbadet “sözcüğü bir tür dokunulmazlık kazanmıştı. İbadet kavramı kapsamında,  inananlar kendini ya da diğerini kırbaçlayarak, fenafillaha ulaşabilirlerdi. Hindistan’a seyahat edip bin dolar karşılığında Nirvana ya erişebilirlerdi. Ya da kadınları, çocukları kafesleyerek dininin gereklerini özgürce yerine getirebilirdi. Bu konuda bir kısıtlama, en temel insan hakkı olarak addedilen, “din ve vicdan hürriyetinin” baltalanışı,  şeklinde yorumlanıyordu. Kendilerine güvenli bir liman arayan insancıklar, her köşe başında aniden peydahlanan, tarikatların, cemaatlerin,  güvenli kollarında sonsuz saadeti arıyordu. Bu insancıklar, göğsünü yumruklayarak zafer naraları atan “kapitalist insan” için,   tam bir iştah açıcı reçeteydi. Bu zafer sarhoşluğu zamanlarında, kaptalist’in iştahı gitgide artırıyordu.

Bütün kaynakları tüketmek,  bütün mazlumları ezmek istiyordu.

​​Artık halkını eşit kılmak adına, laikleşen, sosyal devlet de yoktu. Artık uygar batıya karşı koyacak bir güç de… Kapitalist devletler, komünizmin demir yumruğu altında ezilen halklara,  demokrasiyle birlikte, din de getirmişlerdi. Onların sayesinde,  Hristiyanları kiliselere, Müslümanları camilere, Yahudiler de, Havralarına kavuşmuştu. Çan sesleri ezan seslerine karışmış, özgürlüğün sesi gök kubbeyi çınlatıyordu. İnananlar huşu içinde mabetlere doluşmuşlardı.  Ve bu mabetlere doluşmaları, hatta oradan hiç çıkmamaları herkesin hayrınaydı.  

​Artık, uygar dünya;  serbest piyasanın, kendilerine vermiş olduğu özgürlük alanında, her an, Ortadoğu’nun çöllerine, tanklarıyla dalabilir; kuzey denizlerinden petrol arayabilir istediği ülkenin meclisini bombalatabilir, yüz yıl önce atalarının çizdiği Ortadoğu haritasını yeniden çizebilirlerdi.

​Fakat yüz yıl önce olduğu gibi, bu günde Mustafa Kemal ve Türk ulusunun sarsılmaz iradesiyle karşılaştılar.

​Demem o ki size; “bir ulusu yok etmek istiyorsanız, önce kahramanlarını öldürürsünüz”.  

​İzliyoruz… Kuşku çağına şahitlik ediyoruz. Tabletlere yazılsın.

Saygılar