Bugün büyük çoğunluğumuz hala salgının geçici bir durum olduğunu, süreç bitince, salgın öncesinde var olan standartlarımıza ve statümüze dönebileceğimizi umuyor.
Salgının aynı zamanda bir ekonomi savaşı olduğunu; “üretilmiş afetlerin” yani, aynı sürecin yeniden yaşanabileceğini düşünmüyor.
Salgınlar tarihine baktığımızda dünyanın, salgınlar açısından büyük bir risk alanı olduğunu, bu salgınların farklı zaman dilimlerinde tekrar ettiğini, salgın esnasında, ülkelerin birlikte hareket etmek yerine, kendi tedbirlerini ve kurallarını geliştirdiklerini, bu güçlerini de kendilerine, özellikle ekonomik çıkarları doğrultusunda kullandıklarını görüyoruz.
Ülkeler güçlü bir ekonomiye ve milli bir sağlık sistemine sahip olurlarsa ancak afetleri daha az yıkımla atlatabiliyor.
Yine salgınlar tarihinden öğrendiğimiz; hazırlıksız yakalanan ülkelerin iyileşmesi uzun zaman alıyor... Afetlerin sosyal ve kültürel yaşamlar üzerinde yarattığı olumsuz etkiler onlarca yıl sürüyor.
Küresel kapitalizmin son yıllarda özellikle, sağlık alanında bir ekonomik güç oluşturma çabası ortada… Büyük ilaç firmalarına, özel hastanelere, bu oluşuma katkı sağlaması için büyük sigorta şirketlerine yatırım yapmaları rastlantı olmasa gerek. Aşıların ekonomik getirisini hesap etmeye bile gerek yok.
Peki, ülkemizde, maliyeti ve sosyal etkisi bu kadar yüksek olan salgın sürecinin tahribatını ve de “yeni normalleri” nasıl yorumlamalıyız?
1)Küresel sermaye sahipleri, sağlık alanındaki kar arayışını devam ettirmek için ellerinden geleni yaparken, ülke olarak yapacağımız en önemli şey, sağlıkta eşitsizliği ve (ilaç ve aşı gibi) dışa bağımlılığı yok etmek olmalıdır. Özelleştirmenin aksine, sağlık alanındaki hizmetlerin kamu sektörü tarafından karşılanması gerekirken, ilaç sanayisi ve aşı konusunda hızlıca yerli yapılanmalara gidilmelidir… Gerek hastalığı önlemede gerekse tedavi süreçlerinde kullanılacak ekipmanların Türkiye’de üretilmesi ve geliştirilmesi gerekmektedir.
2)Salgınla birlikte ekonomide yaşanması muhtemel kötü gelişmelerin, özellikle işsizliğin toplumsal yaşamda önemli sorunlara yol açacağını düşünürsek, devletin, halkı kucaklayıcı olması… en azından bundan sonra üretim ekonomisine geçilmesi… tarımda kendine yetebilen ülke olabilme yolunun izlenmesi gerekir.
Yoksa! Bu krizler, dışa bağımlılığın artması, toplumsal barışın bozulması gibi ülkemizi farklı alanlarda yaşanacak istikrarsızlıklarla baş başa bırakabilir.
3) Ekonomik krizlere karşı hareket kabiliyetimizi arttırıcı tedbirlerin yanında, eğitim, sosyal ve kültürel alanlarda olması gereken değişimler de kaçınılmazdır. Elbette bu değişimlerin insanlar tarafından algılanması ve yaşama geçirilmesi vakit alacaktır. Burada iş toplum önderlerine ve siyasete düşüyor. Salgınla mücadele sürecinde bütünleştirici ve dayanışmacı tavrı ön plana çıkaran, değişimi doğru bir dille anlatan siyasal aktörler yeni dönemde kabul görecek ve etkin olacaklardır.
Bugün küresel güçlerin elinde her an kullanabilecekleri oldukça yıkıcı, etki alanı geniş bir silah var; virüs.
Bu bağlamda ülke olarak her an hazırlıklı olmalı, “yeni normaller” dediğimiz şeylerin alanını iyi belirlemeliyiz… Her şeyden önce ülkemizi, dışa bağımlı anormalliğinden kurtarıp, “iç barışını tesis etmiş, ekonomik olarak kendine yetebilen” normalliğe döndürmeliyiz.
Kısacası benim “yeni normallerden” anladığım, her türlü riske karşı “Güçlendirilmiş Türkiye”