Bir tarafta küresel bir salgın belasıyla yüzleşen ve bununla uğraşmak zorunda kalan insanlık, diğer tarafta ise koşulları fırsata çevirip zenginliğine zenginlik katmak isteyenlerin yaşadığı yere, kısaca "dünya" denir sevgili dostum! Medya aracılığıyla insanlara her gün ölüm korkusu pompalayanlar, aynı zamanda ruhlarını da teslim aldılar; zihinlerini de hapsettiler; köşeye kıstırdılar ve bir şekilde sindirdiler. Açıkçası, mevcut işleyen düzen alt üst olurken, yeni kurulmak istenen düzenin ağa babaları, düzensizlikten beslendikleri için korona travmasını uzattıkça uzattılar...

Türkiye de bu ortamda siyaseten birbirini yemekle, halkın duygularını ve emeklerini sömürmekle meşgulken, akla neler yapıp neler yapmadıklarımız geliyor elbette! Yapılan ahmakça işlerin bedelini, en kolay yol olan, milletin üzerine yıkmayı çözüm zannettiler. Oysa ki, bu herkesin başvurabileceği bir  çözüm...Yani, siyasetçi aklına hiç de gerek olmadığını söylemekle yetinip geçelim esas mevzuya...!

Ticaret liseleri, ticaret meslek yüksek okulları açmışız; ticaret borsası kurmuşuz; ticaret odalarını örgütlemişiz; üstelik de Ticaret Bakanlığı denilen bir üst kurul oluşturmuş olmamıza rağmen, ticaretin işleyişi  ve piyasa koşulları veya raconları denilen gerçeklerden habersizce yol alan bir zihniyete sahibiz, sevgili dostum! Cahil cesaretiyle işe  girişmişiz; hatalar yaparak öğrenmeye çalışmışız; ama hâlâ tepeden tırnağa hata üstüne hata yapmaya devam ediyoruz...Bilinçsizce ve düşüncesizce; hep bir heves, hep bir hava civa ile yol almaya çalışıyoruz.  Kısa günün kârı olarak bakıp kendimizi mutlu etmişiz; ama aslında kendimizi kandırmışız...!

Devam edelim, Türk usulü ticaretin ayrıntılarına:

Aile içi eğitime önem vermiyoruz sevgili dostum! Eğitime harcadığımız parayı israf ve gereksiz olarak görüyoruz. Ne kendi dinimizi doğru dürüst biliyoruz, ne de dilimize hakimiz...! Daha yeni yeni evrensel dillerden birini öğrenmek için çabalamaya başladık.  Yurt dışı eğitimleri vs yoluyla çocuklarımıza dil eğitimi aldırıyoruz. Ancak gençlerimizi ülkemize geri getiremiyoruz bir türlü.  Hayatlarını yabancı ülkelerde sürdürmek istiyorlar. Kendini geliştiren, yetişmiş genç fikirli insanlarımızı,  bilerek ya da bilmeyerek harcamakla meşgulüz...

Ticaretten kazandığımız parayı, genelde nakite en zor  dönüşecek; taşa toprağa ve betona yatırıyoruz. Nedense paramızı nakite ve nakite kolay dönüşecek varlıklarda ve yatırım araçlarında tutamıyoruz.  Tutanlar da, kumar oynarcasına bilinçsizce ve kolay yoldan para kazanmanın peşinde koşmakla meşgul...

Çocuklarımızı daha öğrenciyken,  hafta sonları ve yaz tatilinde çalıştırmayı,  eziklik veya bir ayıp sayıyoruz. Okul çağındaki çocuklarımızı özellikle 13 yaşından itibaren başka iş yerlerinde emeği karşılığı çalıştırıp, ticaret kültürünü öğrenmelerine imkan tanımıyoruz. Mecbur olmadıkça çalıştırma gibi bir gelenek oluşturamadık ...Başka ailelerdeki ticaret anlayışı ile kendi ailesindeki ticaret kültürünü karşılaştırma şanslarını da ellerinden almış olduk. Çocuklarımızı,  babalarının  işyerlerinde "prens" ya da "prenses" ünvanıyla iş hayatına hazırlamaya çalıştık.  Ama nafile işlerle uğraştığımızı  çok sonraları anladık.

Sermaye koymadan, para kazanmak, yani komisyonculuk yaparak gelir elde etmeyi itibarlı bir iş olarak görmedik. Sermayesiz iş yapmayı, aşağılayıcı ve basit iş kolları olarak gördük. Çok para kazanmak istiyorsak, bir şeyler üretip satmaktan, daha çok kazanmak içinse  al sat yapmaktan vazgeçmedik. Yeni icat ürünler üzerinde kafa yormadık. Araştırma geliştirme birimlerini hep zayıf tuttuk. Tek tip üretimi tercih ettik.

İş yaptığımız insanları kalkındırmayı, onları geliştirmeyi hiç düşünmedik. İş yaptığımız insanlar, ne kadar kalkınırsa, kendimizin de, kazançları o oranda artacağına aklımız hiç ermedi. Tam aksine, iş yaptığımız insanları, en küçük bir tökezlemede, düşman ve ciddi bir rakip olarak gördük.  Başkalarının yaptığı işte zarar etmesinden acayip bir keyif aldık. Ama unuttuk; devranın döneceğini ve bizi de yaralayacağını...Başkalarının yaptığı işte zarar etmesinden acayip bir keyif aldık; ahlâksızca...!

Kazandığımız paranın bir kısmını seyahat etmek, dünyayı dolaşmak ve kendimizi geliştirip ufkumuzu açmak için  harcamaktan kaçındık. Özellikle, gelişmiş ülkelerdeki yeni teknoloji ürünlerini takip ederek yeni girişimlere ve kendimizi geliştirmeye açık olmayı unuttuk. İşlerimiz o kadar karmaşıktır ki, çoğumuzun başını kaşıyacak vakti olmamıştır.  Değişime çoğu kez kapalı olduğumuz gibi, bir yol tutturup öylesine su akar yolunu bulur dercesine ilerlemeye çalıştık. Tutturduğumuz bu yolun sonsuza kadar gideceğine inandırmışız kendimizi; iyi zamanların bitmeyeceğini düşünmüşüz. İşin aslının öyle olmadığını, iş işten geçtikten sonra anlamışız. İş yaşamında aksiliklerle karşılaştığımızda hamlelerimizi zamanında yapamamışız; hep geç kalmışız.   Sattığımız bir mal ya da gayrimenkule talipli çıktığında burnunuz havalarda olmuşuz; ciddi müşteriyi küstürmüşüz.

Türk insanı, nakit ihtiyacı olduğunda,  zaman zaman eşinden dostundan hatra binaen, elden borçlanma gibi bir gelenek oluşturmuşuz. Bu borçlanmalar, Türk lirası üzerinden değil de, döviz ve altın bazında gerçekleşir. Ama istikrarsız bir ekonomide, bu borçlanmalar genellikle bir felakete dönüşür. Dönemsel olarak hızla artan döviz ve altın fiyatları nedeniyle, iyilik yaptığımızı düşündüğümüz insanlara kötülük yapmışız; açıkçası batırmışız...Hatta bu vesile ile dostluklarımız da, arkadaşlıklarımız da, akrabalık ilişkilerimiz de bozulmuş; küskünlükler alıp başını gitmiş...

Başka milletler, parayı bulduklarında, her ne kadar çapkınlık ve kaçamak yapsalar da, aile birliğini ayakta tutmaya çalışırken, bizdeki patronlar ise parayı bulduktan sonra yaptıkları ilk iş, ya boşanmak ya ikinci evlilik ya da yasak ilişki yaşamaktır... Ailenin önemini, genellikle serveti kaybettikten sonra anlamışız. Aile birliği, dirliği ve huzuru yerini, aile içi gerginliklere bırakmış; kim kime dumduma ruh haline girilmiş...

Velhasılı kelam sevgili dostum; aile içi savaşlar, servetin de erimesine neden olmuş...Herkes arkasında bir hikâye bırakarak geçmiş gitmiş...!