"Şehre gün yüzü göstermediniz; ha bire yolları kazıp kapatıyor tekrar açıyorsunuz" diyen de var; "çiçek gibi insanların kalbini kırdınız; umutlarını yok ettiniz. Bahçeleriniz bir daha bahar görmesin!

İncinmiş olanın ahı, nereye giderse gitsin bulur sahibini" diyenler de... Memlekette, idarecilerin, icraatın içinden bir şeyler yapmak ve "biz çalışıyoruz" demek adına toplum olarak sürünüp duruyoruz. Heba olan sadece kamu kaynakları değil elbette! Zamana karşı tahakküm ediyoruz. Zamanı ezip aslında bir tür hırsızlık yapıyoruz! Her bir şantiyede, belediye başkanının ismi, fotoğrafı ve sloganı eksik olmadığı gibi,  "çevreye verdiğimiz rahatsızlıktan ötürü özür dileriz" yazıları da artık anlamsız kalıyor...

"Sonunuz da böyle olsun..." bedduası dillerde malesef!

Güzel ülkemizin hangi şehrinde yaşarsan yaşa sevgili dostum; şayet kafanı kaldırıp da bakarsan, belediyecilik adına yapılan pek çok işte akıl almaz görüntülerle karşılaşman  çok kolay! Türkiye'de, belediye idaresinin genel bir saplantısı veya hastalığı var aslında. Vatandaşa ya da şehre hizmet etmek adına olur olmaz yere, taş üstüne taş koymayı veya çivi çakmayı bir maharet zannediyoruz. Trabzon özelinden gidersek, son yıllarda elbette büyük kamu kaynakları bölgeye aktarılmış ve aktarılmaya da devam ediyor. Lâkin, şaşkın idarecilerin şaşkın işleri, belediye meclislerinde hop oturup hop kalkan meclis üyeleri tarafından, enine boyuna tartışılmadan ve ileriye dönük bir planlama yapılmadan, aslında vizyoner bir bakış açısı yakalamadan kararlar alıyor; ard arda ihaleler yapılıyor; altyapı üstyapı derken iş makinaları deli danalar gibi sokakların altını üstüne getiriyor! Kim ne derse desin, bu kaynaklarla bir kahramanlık hikayesi yazılabilirdi bu şehirde ve şehrin kaderi değişebilirdi... Bir bakıyorsunuz su  hattını yenileme çalışmaları; bir süre sonra kanalizasyon şebekesinin yenilenmesi, bir bakıyorsunuz doğalgaz hattı döşemek için yarılan yollar...Bir zaman sonra internet hattı için, bir zaman sonra da kaldırımları yenilemek için, bir zaman geçiyor arnavut kaldırımlarından vazgeçilip asfalt ya da beton yol çalışmaları derken, bir türlü sokak şantiyelerinden kurtulamıyoruz. "Ödenek var" diye paraları olur olmaz bir yerlere gömüp gidiyor; sonra da tekrar kazıp başka bir projelendirme yapıyoruz. Akıl alır gibi değil. Kaldırımların kenarlarına araçlar park etmesin diye betondan çıkıntılar koyup, şehrin insanıyla dalga geçercesine iğrenç bir görüntüye imza atıyoruz önce. Sonra olmadı bunlar diyoruz; onları gece yarıları söktürüp yerine demirden korkuluklar koyuyoruz. Daha da ileri gidip, şehrin merkezi trafiğini düzenleyeceğiz diye, trafiğin yönünü ve akışını değiştiriyoruz; dolmuş hatlarını dar bir alana sıkıştırıp trafikte kaosa neden oluyoruz; ama sıradan bir vatandaşın çilesini anlamakta nedense sorun yaşıyoruz. "Mecbursunuz katlanacaksınız bize" der gibiler... Hatta bir belediye reisi çıkıp pandemi dönemini bir fırsat olarak görüyor; şehrin bütününü bir köstebek gibi deşip deşip duruyor. Dahası var. "Benim hayalim" deyip kamusal bir fantaziye imza atıyor; bir sokağı yeniden ele alıp burayı güzelleştirme adına vatandaşa çile çektirmekle kalmıyoruz; aslında  birilerinin hayali için millete kâbus yaşatıyoruz. Bütün bunları dillendirdiğiniz zaman, ya partizanlikla, gericilikle suçlanıyorsunuz; ya da yatırıma karşı gelen hainlerden oluyorsunuz! Ama işin aslının hiç de öyle olmadığını bir zaman sonra anlayıp keşkeler ve pişmanlıklarla yüzleşiyoruz...

Velhasılı kelam sevgili dostum; birinci sınıf kamu binaları da yapıyoruz; lâkin içindeki çalışanları yetiştiremiyoruz. Bir robot gibi bilgisayarın başında istihdam edilen yetersiz çalışanlarla milleti didiştirip duruyoruz. Binalar yapıyoruz yapmasına ama, kurumların kurumsal kimliklerini geliştirmelerini hep öteliyoruz. Emlâk  vergisinden tabela vergisine ve diğer vergilere uzanan süreçte milleti sövüşlemek için elimizden ne geliyorsa yapıyoruz. Durup dururken, sanki birilerini kalkındırmak için çalışan su saatlerini kafalarına göre değiştirip bedelini  faturalara eklemeyi bir yenilik veya belediyecilik hizmeti olarak görüyoruz. Su isale hattı yapılacak diye milletin arazisini gaspedip üç kuruşa istenilen yeri kafamıza göre istimlâk ediyoruz. Haksızlıklara karşı çıkanlara  da, "size su götürüyoruz daha ne istiyorsunuz?" diyerek kesip atıyorlar. Vatandaşın mağduriyetlerini gideremiyoruz; gönlünü hoş tutup rızasını alamıyoruz. Hep unutuyoruz; "ağlayanın malı gülene fayda etmez" sözünü...

Medeni bir ülkede, pandemi gibi küresel bir korkunun yaşandığı süreçte, bu ülkelerin yöneticileri, bunların hiçbirini yapmaz veya yapamaz. Çünkü toplumun önceliği bunların hiçbiri değildir. Yapılmaya tevessül edilse bile idareciler yadırganır.

Hani var ya sevgili dostum; tarihte Lâle  Devri adıyla anılan dönem; farklı bir zaman da olsa aynı saçmalıklara imza atmaya devam ediyoruz. Unutuyoruz; her Lâle Devrinin bir yıkımı da peşinden götürdüğünü...Elbette, "Lale devri çocuklarıyız" diyen sanatçıyı da yabana atmamak lazım! Nihayetinde, "şehre gün yüzü göstermediniz; ha bire kazıp kapatıyor tekrar açıyorsunuz...

Sonunuz da böyle olsun" diye beddua eden insanların sayısı da az değil!...Bir de şu Allah'a havale etme meselesi var ki, ona hiç girmeyelim. Velhasılı kelam; Müslüman olmak kolay da, Müslüman gibi yaşamak ve düşünmek bu smemlekette imkânsız!

Ve ne olursa olsun sevgili dostum; gülümse!

Çünkü hayat gerçekten çok kısa...

Bilgenin dediği gibi, "insanların çoğu durumdan şikâyet  eder; iyileri arar; bulduğunda da, uymaz; destek olmaz, yanında yer almaz. Kafasındaki şablona uygunluğunu arar; aslında insanların çoğu bu gerçeği kabule yanaşmazlar. Çünkü aynada kendisini görmek istemezler. Çoğu avuntu, karartı ve kalabalık arasında bir hışırtıdan ibarettir."