Güven duygusu ve insanların birbirinden emin olarak yaşama arzuları, toplumsal dayanışma ruhunu canlı tuttuğu gibi, çağdaş ahlâkın da yaşamın tam merkezinde yer almasını sağlıyor...

Türk toplumunda samimiyet ve güvene dayalı, söz vermeye ve yemin üzerine kurulu bir ahlâk anlayışı,  anlaşmaların sözde bırakmış; sözleşmeyi yazıya dökmeye çalışanlar ise karşı tarafa hakaret etmiş gibi algılanmış... Sözleşmeye önem vermediğimiz gibi, sözlü anlaşmaları da işimize gelmediğinde inkâr etmekten çekinmemişiz. Dava konularının çoğu bu yüzden, güven ve güvene dayalı ilişkilerden kaynaklanmış...! Zaman içinde, "Söz uçar yazı kalır" ilkesini benimsesek de, yazılı sözleşmeleri de anlamsız kılmışız. Özellikle alacak verecek davalarında, borçlu kişiler üzerindeki mal varlığını başkalarına devrederek, yasal bir mal varlığına sahip olmadığı için yazıyı da, senedi de, çeki de anlamsız kıldılar..."Üzerinde bir şey yoksa hiçbir şey yapamazsın, alamazsın" cümlesi klişe cümle olmuş...Olan sonuçta alacaklıya olmuş!  Hukuk sistemi, mağdur tarafa, kibarca ve sessizce "üzülmeyin" deyip geçmiş; konuyu da sonuçlandırmayıp kapatmış...

Dolayısıyla dolandırıcılık, üçkağıtçılık ve alavere dalavere işler alıp başını gitmiş... Hukuk nizamı da, yasalardan doğan bu boşluğu nasıl doldurabileceğini düşünmemiş...Açıkçası kamu otoritesi, anlaşmazlıkları adilce çözmek yerine, yeni mağdurlar ve fırsatçılar yaratmakla meşgul olmuş! Doğal olarak, haklının, hakkını arama mecrası artık mafyaya doğru kaymış...Bu boşluğu yasadışı olarak da dolduran bir meslek grubu geliştikçe gelişmiş...

Bir işi araştırırken olumlu ve olumsuz tüm yönlerini didik didik incelemeyi öğrenememişiz sevgili  dostum! Öncelikle olumsuz yönlerine dikkat kesilme gibi bir anlayışımız pek olmamış. Matematiksel düşünceden uzak durarak, kesin kazancı görmeden kolları sıvamışız; işe balıklama atlamışız.  Bir işe inanmamız yetmiş başlamak için. İnandıktan sonra işin hep olumlu taraflarını düşünmüşüz.  Üstelik olumsuz taraflarını söyleyenleri de sevmemişiz; onlara itibar etmemişiz...!
Tasarruf yapma kültürünü bir yana bırakıp kazancımızın belirli bir kısmını "yedek akçe" veya "kara gün parası" olarak ayırmayı düşünmemişiz. Borçla yaşamaya ve ömrümüzü de öylece tamamlamaya endekslemişiz. 

Hiçbir işimizde, başkalarının deneyimlerine önem vermemişiz; başka yaşamlardan ders çıkarmayı becerememişiz. Sadece deneme yanılma yöntemiyle öğrenmeye çalışmışız. "Bir musibet, bin nasihatten daha iyidir" deyip gerçekleri anlamak için illa ki damdan düşmemiz gerekmiş! 

Velhasılı kelam, "sen hiç damdan düştün mü? " deyip birbirimize eğlenip ukalalık ve bilgiçlik yapmışız; dalga da geçmişiz. Açıkçası, damdan düşmeden, bir türlü öğrenmeyi becerememiş ve aklımızı başımıza almamışız...

İş yaparken, birbirimizle dayanışma kültürü nedir bilmeden yol almaya çalışmışız. Birbirimize el vermemişiz; ticarette birlik ve beraberlik içinde hareket etmemişiz. Tam tersine, birbirimizin kuyusunu kazarak adeta savaş açmışız; hasetle hareket etmişiz; başarana çamur atıp iz bırakmak istemişiz! Hatta daha da ileri giderek, tepe üstü çakılması için elimizden gelen her şeyi yapmışız; sonra da insan diye ortalıkta dolaşıp durmuşuz...

Yanlış yoldaki kişiye sayısız öğüt versen işe yaramaz ama, tuttuğu yolda başına gelecek bir kötülük, onun aklını başına getirir sonucunda...Getirir mi getirmez mı, o da meçhul...!