Yakın geçmişte çok sevdiğim trompetçi bir dostum Louis Armstrong’un “the man with the trumpet” albümünü hediye etti. Armstrong’un ömrünün hasılası olan yapıtları üzerine kurulu bu dörtlü albümü şöyle bir baştan aşağı süzerek dinlediğimde, kendimi 70’lerin ortasına ışınlanmış buluverdim. Bu bir dinletiden çok, gerçekten çıkmaya ihtiyaç duyduğum bir yolculuk gibiydi. Albümde bulunan her bir şarkı, birçok yaz mevsimini ve birçok anıyı aklıma getirdi. 70’lerin manuel havada yaşandığı gerçeği, bir anlığına bile olsa kalbimi ısıtıverdi; fotoğraf makinesinin filmlisi, çayın ince bellisi veya kartpostalın güzel manzaralısı gibi bir sıcaklıktan bahsediyorum. Sonra aklıma, ilk bakışta aşk meselesi, yalnızlık mefhumu ve romantik filmlerde yer eden aşk klişelerinin damarlarıma işlediği gerçeği geliverdi. Mutlu sonla biten onca romantik film; mutlu sondan sonrasının asla çekilmediği, nedense o kısmın da hiç merak edilmediği filmler birer birer sıralanıyordu gözümün önünde... Esas kızla esas oğlanın bir ömür kavga etmeyeceklerine ve birbirlerinin kalplerini kırmayacaklarına inandığımız onca film... Gönül odalarıma doluşuverdi. Cary Grant  ve güzeller güzeli Grace Kelly’nin durmadan birbirlerine kavuştukları örneklerden dem vuruyorum...  Ve bittabi, dünyayı kasım kavuran, bizim Yeşilçam Sineması’nın belki bin kere işlediği fakir kız, zengin oğlan aşkı temalı Love Story, Ryan O’Neal, All MacGrav. Belki 70’lerin romantizmine maruz kalan çocuklar olarak yetişmiş olmamızdan mütevellit, belki de o düş dünyasına fazlasıyla inanmamızdan ötürü, yapış yapış bir beklenti halinde kalakaldık 2000’lerin içinde. Şunca müziğin ve filmin yararlı olduğu kadar, ciddi anlamda zararlı da olduğu meşrulaşmıştı kalplerimiz için. Sözcükleri büyük bir naiflikle dile getiren The Beatles’tan bu yana çok şey değişti dünyada, iki el ele tutuşmanın aşk sayıldığı dönemlerin üstünden asırlar geçti, evet. Bir de şu ‘platonik aşk’ tamlaması var ki, onu da gömün gitsin. Artık kimse elde etmeden duramıyor ki... Elde et ve sıkıl. Kulaklarımıza dolanan aşk şarkılarının inancı bambaşka hallere büründü, şimdiki Z kuşağı pop ozanlarının dilinde tek bir soru ve şüphe var. ‘O sen olsan bari.’ Bari sen olsan, yani? Umutlanmaktan öte, usanmaktan canı sıkılmış bir hali var bu dönemin. Çabucak usanmak veya vazgeçmek altın kural. Kimsenin kimseye ayıracak vakti yok, vakitler ayrılmayınca da dillere destan yalnızlıklara yol açılıyor, yalnızlıklar da sayıklamalara ve şikayetlere... İnancın temeli, işte tam da burada sarsılıyor. İnsanlar inanmayı bırakır halde, bıraktıkları noktada, yok oluyorlar kendi değerli vakitlerinde. Tek başlarına...

Telefon kulübelerinde sıra beklemiş ve iki jetonla sevgili sesi duymuş, okul kırmadan ama dersin bitmesini dört gözle bekleyen, tenefüs ziliyle kendini okulun koridoruna atan ve oradan doğru karşıdaki  sinemaya gidip el ele tutuşmuş bir jenerasyonun evladıyım. Cep telefonlarını bırakın, daha sokaklarda anekörlü, jetonlu telefonlar daha ortada yokken “E, şey, saat iki de Maraş Caddesi’nde Hayat Eczanesi’nin önünde” diye verdiğim buluşma seanslarına sadık kalmış bir eski kafalıyım. Bütün bu mevzular toz bulutu olup kaybolduktan hemen sonra (ki bu 40, 55 sene sonra oluverdi) tek bir soruyla burun buruna kalıyorum şimdi. “Allah aşkına o sen olsan mı bari?”

Bu uçurum dolu seyahatten sonra insan kendine ‘dijital bastonlar’ arıyor, arıyor, arıyor... Ve aradıkça geçmişinden daha da çok uzaklaşıyor. SVC’den VHS’den, Betamax’tan VCD’ye ve DVD’ye, USB’ye, Apple TV’ye “Oh yeah!” diyerek geçiş yapan bir neslin dedesiyim artık. Şimdi gel de anlat yeni ozanlara “the man with the trumpet” albümünde Armtstrong’un ömrünün hasılası caz parçalarını ve “biraz şey, muazzam!” “İçinde bir Ory’s Creole Trombone düeti var ki, üf...” Şimdi gel de anlat baştan, harçlıklarla biriktirilerek alınan plakların değerini, mahallede kendini hiç yalnız hissetmediğin anları, komşu eve koşarak arkadaşına dinlettiğin plakları. Gel de anlat, odalarımızda beleşe hayal kurduran fon müziklerinin önemini. Paul Mauriat, Raymond Lefevre, James Last Orkestralarını. Anlat. İlk bakışta aşka tutkuyla inanmayı anlat, “Vallahi var...” de, “Efsane değil.” de. Belki kimse telefon kulübelerine jetonlarla sevgililerini aramak için koşmuyor, evet. Jeton kalmadı zaten. Kulübe desen, hepsi çoktan toplatıldı. Birbirini beğeni üstüne beğeniye boğan çiftler, bir gün gelir de buna ara verirlerse, es kaza unuturlarsa beğenmeyi, o evlerde kavga var artık. Sevgi sözcükleri ve aşk dijitalleşti. Kimse kimse için, içinden bir şarkı tutturmuyor sanki. Büyük bir çoğunluk koskoca şehirde yalnız ve cidden yapayalnız... İletişimin şekli şemâli, sözüm ona işleyişi değişince, aşkın içeriği ve dile getirilme biçimi de değişti. Sonra 1+1 yalnızlıklar ayyuka çıktı, modern yalnızlıklar, ışıkları geç saatte açık olan, geçmişlerini unutan, inancını kaybetmiş yalnızlıklar. Temenni ve usanmak arasında gidip gelen sayıklamaların karşılığı yerini buluyor mu bilmem, fakat ‘Her şey bir kenara, yalnızlığım bir kenara...’ diye göğsünü gere gere yaşayan insanlara bir teklifim var... Birinin adını dileyin, bir adak ağacına o adı asın ve sonra Louis Armstrong dinleyin. Hazmı zorlaştıran modern şehir ozanlarını dinlediğinizdeyse, bir bardak soda-limon için. Gerisinden şüphe etmeyin!