İnsan hakları fikrinin tarihsel süreç boyunca Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi (1789) ile BM İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi (1948) sonrasında dünya siyaseti ve hukukunu iki defa köklü bir şekilde etkilemiş ve dönüştürmüştür. 19. yüzyıl 1789 Yurttaş Hakları Bildirgesi’nde bahsedilen “klasik haklar” anayasacılık düşüncesinin yaygınlık kazanmasıyla pek çok Batılı devletin anayasalarında yer almaya başlamıştır.

Fakat insan hakları “ideolojiler çağı” olarak adlandırılan 19. yüzyılda ideolojik yaklaşımların gölgesinde kalmaya başlamıştır. 18. yüzyıla göre 19. yüzyılda insan hakları, düşünce dünyası ve siyasetin geri planında kaldığı görülmektedir. 20. yüzyılın ilk yarısına baktığımız zaman ise insan hakları dünya tarihinde eşine az rastlanır ölçekte büyük bunalımlara neden olmuştur. Önceki yüzyılı etkileyen güç mücadeleleri ile ideolojik çekişmelerin uç noktalara ulaştığı ve iki büyük savaşın tüm dünyayı bir yıkıma sürüklediği, sömürgecilik, emperyalizm, ırkçılık ve ayrımcı uygulamaların daha da yaygınlaştığı bu dönemle birlikte imparatorlukların dağılmasına da tanıklık etmiştir.

İnsan hakları normlarının evrenselleşmesinin önündeki en önemli engellerden olan ulus devletlerin mutlak egemenliği öğretisi uluslararası ilişkilerin temel belirleyicisi olmayı sürdürmüştür.

Dolayısıyla, bu dönem insan hakları düşüncesinin gelişimi açısından iyi bir dönem olmamıştır. 20. yüzyılın başlarında ortaya çıkan Birinci Dünya Savaşı’nın yarattığı yıkım insan haklarının düşünce ve siyaset dünyası gündemine güçlü bir şekilde girmesine yol açamamıştır.

Dünya çapında barış ve güvenliğin yeniden tesis edilmesi amacıyla kurulan Milletler Cemiyeti’nin Misakı’nda insan haklarının terim olarak dahi yer almamış olması bunun açık göstergesi olmuştur.

Bununla birlikte bu dönem, insan haklarının tamamen unutulup göz ardı edildiği bir dönem olmamıştır. «Hollandalı uluslararası hukuk tarihçisi J. H. Burgers insan haklarına ilişkin yapılan tarihsel değerlendirmelerin çoğunun tatminkâr olmadığını çünkü 18. yüzyılın doğal haklar öğretisinden Holocaust ve 1945 yılındaki San Francisco Konferansı’na büyük bir sıçrama yapıldığından bahsetmektedir.» (Akt., James, 2007:31) Burgers’in bu görüşü durumu net bir şekilde ifade etmektedir. Ancak 1900 ile 1945 yılları arasındaki dönem Evrensel Bildirge’nin ilanının bir hazırlık süreci olarak değerlendirilmektedir.

Aslında insan haklarının uluslararası korunmasına yönelik çabalar İkinci Dünya Savaşı’nın sonlanmasıyla birlikte aniden dünya gündemine girmemiştir. Pek çok kişi Naziler tarafından Yahudilere uygulanan soykırımın dünya kamuoyunda yarattığı dehşetin ve İkinci Dünya Savaşı’nın yarattığı büyük yıkımın İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin ilan edilmesine giden yolda en önemli neden olduğunu dile getirmektedir. Fakat İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin geçmişi bundan daha fazlasını barındırmaktadır. Özellikle iki dünya savaşının arasındaki dönemde insan haklarının uluslararası olarak korunmasına yönelik çabalar, dünya çapında kimi seçkin hukukçu, diplomat ve aktivistlerin bireysel girişimleri ve bazı sivil toplum kuruluşları gibi devlet dışı aktörler tarafından gündemde tutulmaya çalışılmıştır.

Bu dönemde daha çok kadın hakları, işçi ve azınlık hakları gibi kolektif haklar çerçevesinde ele alınmakta olan insan hakları fikrinin 20. yüzyıldaki makus talihinin, ABD’nin İkinci Dünya Savaşı’na katılmasıyla birlikte değişmeye başlamıştır. ABD yönetiminin kendi kamuoyunu savaşa dâhil olmanın gerekliliğine ikna etmek için insan hakları idealine başvurduğu görülmüştür. Bu mücadelenin insanın değerini ve özgürlüklerini hiçe sayan tiranlıklara karşı olduğu konusunda yoğun bir kampanya yürütmüştür. Bu kampanya sadece ABD kamuoyunda değil, dünya kamuoyunda da önemli bir destek bulduğu görülmüştür. Bu kampanya insan haklarının tekrardan dünya kamuoyunun gündemine taşınmasında önemli rol oynamıştır.

ABD yönetimi bununla birlikte savaş tüm şiddetiyle sürerken savaş sonrası kurulacak olan “yeni dünya düzeni”nin temel organı olarak düşünülen ve Milletler Cemiyeti’nin yerini alacak bir uluslararası örgütün kurulması hazırlıklarına Müttefik güçlerle birlikte başlamıştır. Bu süreç 1945 yılında Birleşmiş Milletler’in kurulduğu San Francisco Konferansı’yla neticelenmiştir. BM Şartı’yla oluşturulan Ekonomik ve Sosyal Konsey’e bir insan hakları komisyonu kurma yetkisi verilmiş ve ardından bu İnsan Hakları Komisyonu bir insan hakları bildirgesi yazma işini üstlenmiştir. Bildirge yaklaşık iki yıl sonra, 10 Aralık 1948 yılında ilan edilmiştir.

Tüm insanlığın ortak değeri, çağdaş dünyanın ortak paydası olan, insan haklarının anayasası olarak da tanımlanan, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin kabulünün bu yıl 73. Yıldönümü’dür.

İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi; ırk, renk, din, cinsiyet, dil, siyasi veya diğer görüşler, ulusal veya sosyal köken, mülkiyet, doğum veya diğer statüler sebebiyle ayrımı gözetmeksizin herkesin doğal insan haklarına sahip olduğunu ilan etmiştir.

“Eğer devamlı barış isteniyorsa insan kitlelerinin durumlarım iyileştirecek uluslararası tedbirler alınmalıdır.İnsanlığın tümünün gönenci, açlık ve baskının yerine geçmelidir. Dünya vatandaşları haset, aç gözlülük ve kinden uzaklaşacak şekilde eğitilmelidir.”
Mustafa Kemal Atatürk