Çevremdeki insanlardan

“Çocukluğuma dönebilseydim eğer”

sözünü her duyduğumda içim sızlıyor.

Her seferinde çocukluğumu hatırlıyor ve yüreğimin tam orta yerinde usul usul yanan bir mum olduğunu hissediyorum.

Mahalle çeşmesinden kana kana su içmeyi,harıl harıl yanan bir sobaya yeni atılmış  odunun çıtırtısını,

dizlerimdeki iyileşmek bilmeyen yaraların kabukları koparmayı, yol kenarlarında yağmur sonrası biriken taşsız ve taze toprağa su katıp oynamayı özlüyorum.

Kurşun kalemlerimin tepesindeki silgiyi ısırmayı,kaybolmasın diye ip bağlayarak  boynuma astığım silgiyi,çelik çomak oyunlarımızı,oyuncak bulamadığımız zaman çalılardan yaptığımız oyuncak çiftlik hayvanlarını özlüyorum.

Kar yağdığı vakit soğuk havaya aldırış etmeksizin ayak parmak uçlarımız donana kadar naylon poşetler üzerinde kaymayı,

kümesteki yumurtaları önce kim alacak diye yaptığımız yarışları,komşuların bahçesinde büyüyen meyve ağaçlarının meyvesini yiyebilmek için uzanamadığımız dallarını kırdığımızda dallardan gelen o ince çatırdı sesine üzülüşümüzü özlüyorum.

Bir yazıyı okumuştum ve şöyle diyordu yazıda;

İşitme engelli bir çocuğa en merak ettiği şeyi yazarak sormuşlar.

Cevabı ise;

“Güneş doğarken ve batarken ses çıkarıyor mu?”olmuş

Bu cevap beni çok etkilemişti.

Çocuktuk ve sesleri duyup,görmek istediğimizi görmüştük.

Büyüdük halâ sesleri duyabiliyor ve görmek istediğimizi görebiliyorsak mutlu olmayı denemeliyiz.

Olmak,görmek ve yaşamak istediklerimiz kollarını açıp bizi beklemediğine göre keşkelerin faydası olmuyor.

Sadece göğe değil,aya da bakmayı deneyerek dönüp kendi kendime diyorum ki;

“Yüreğini sıkı giydir,büyümenin soğukluğu mevsim soğu gibi bir hırka ile geçmez…”