Değerli okuyucularım, ben Karadeniz Teknik Üniversitesi Tıp Fakültesi Farabi Hastanesi başhekimiyim. Belki de çoğu insanın gözünde sahip olduğum imkanlar açısından hayal edilmesi dahi zor bir konumdayım.

Ülkemizin az gelişmiş ülkeler statüsünde olduğu 1970'li ve 80'li yıllarda yaşadım çocukluğumu ve erken gençliğimi. Aynı zamanda çalkantılı yıllardı bahsettiğim zaman aralığının ekserisi. İlkokulu köyümde ortaokul ve liseyi ilçemde tamamladım. Şu anda zor şartlarda olduğunu düşünen bütün çocuklardan zordu belki de yaşam şartlarımız.  Üstümüzde başımızda doğru dürüst bir şey yoktu.  Ayaklarımızda ise kokusunun o zamanlar bize mis gibi geldiği kara lastikler… Okul yolları hem uzun hem engebeli ve tehlikeliydi. Ancak tüm bu zorluğun tam ortasında doğa ile iç içe, sade ve gösterişsiz bir yaşamdı sahip olduğumuz. Paylaşmanın güzelliğini yaşamanın zorunlu olduğu bir dönemde doğmuş, mutluluğu ve huzuru yalnızca tabiatın kalbinde aramış ve umduğumuzdan çok daha fazlasını bulmuştuk.

Bütün ağaçları daha filizlenme dönemi yapraklarından tanıdığımız, yenen ve yenmeyen meyve ve otları adeta bir uzman gibi bildiğimiz o uzayıp giden yollarda farkında bile olmadan doğa ile hemhal olmanın güzelliğini yaşamıştık. Hala derin bir özlemle hayal ettiğim ve bütün çocukların yaşamasını arzu ettiğim, zor ama zevkli bir çocukluk ve ilk gençlik yıllarıydı bahsettiğim.

 Tabii zaman hızla akıyor, kırsalın kendi özellikleri ile şehrin modern şartlarının arasında kaldığım, bu ikilemin ayırdına dahi çok sonraları varabildiğim bir dönem, üniversite dönemim başlıyor. O zamanlar anlamını dahi bilmediğim kapitalizm, yavaş yavaş beynimi ve duygularımı kuşatıyor. Zamanla huzur ve mutluluğun olmazsa olmasının sahip olunanlardan geçtiğini içselleştiriyorum. Pahalı kıyafetlerin, güzel bir arabanın, makam ve mevkinin, bir sevgilinin beynimde ciddi yer ettiği bir gerçeklik ile tanışıyorum. Akrep ve yelkovan meşguliyetimin fazlalığı ile orantılı hızda kovalıyor birbirini. Göz açıp kapayıncaya kadar geçen uzmanlık, öğretim üyeliği ve akademik yükselme dönemi… Tüm bu karmaşanın içinde, iç huzurumun eksikliğini hissettiğim bir çıkmaza giriyorum. Beni rahatsız eden, adını koyamadığım bir noksanlık hissi sarıyor benliğimi. Özlediğim ve sahibi olmanın bana huzuru getireceğini zannettiğim şeylere sahip olmamın da yeterli olmadığını anlıyorum.  Bu noktada iki kapı açılıyor karşıma. Ya kapitalizmin kaynaklarını elimden geldiği kadar zorlayarak bir avcı misali kovalayacağım mutluluğu, veya geçmişe, yıllar önce tabiatın kalbinde bulduğum şeyi tekrar aramaya geri gideceğim diyorum.

 

İkinci kapıyı seçiyorum. Zaman ve şartlar olarak dönemediğim geçmişime doğa, spor, sanat ve kültür ile dönüyorum. Sporun sadece taraftar olarak izlenen ve yenme veya yenilme dışında hiçbir şey hissettirmeyen günümüz bakış açısından, yürümenin felsefesi ile doğada geçen zamanlarında çok eskilerdeki gibi bir çiçeğin açma aşamalarını, kokusunu, rengindeki canlılığı ve mucizevi özelliği fark ediyorum.  Bir ırmağın suyunun akarken çıkardığı sesteki müzikal dehayı özümsüyorum. Bir kuşun sabah, öğle, akşam farklı farklı ötüşünü, zamanın özelliklerini barındıran cıvıltılarını dinliyorum. Çok eskilere ait bir binanın taşının inşa edildiği zamana ve inşa edenlere ait duygu dünyasına dalıyorum. Kah okuduğum bir romanın kahramanı oluyorum, kah her sahifesinde yaşamından bir kesit bulduğum başka bir kitabın içinde buluyorum kendimi.

 

Bakıyorum ki yıllarca peşinde koştuğum şeyler aslında o kadar değerli değilmiş.  Aslında yaşam, tasavvur ettiğim kadar büyük ve kıymetli de değilmiş. Yaşamın güzelliği, şimdilerle görmekten aciz olduğumuz doğada, sanatta, sadelikte gizliymiş. İnsanın kendisi için değil de başkaları için yaptıkları arttırıyormuş huzurunu. Hekim olarak şifa bulmalarına vesile olduğum hasta ve yakınlarının gözlerinde gördüğüm parıltı ve minnet duygusu, yönetici olarak ise alınan kararların uygulanması ile hem çalışanların hem hizmet alanların yüzlerine yansıyan memnuniyet bana tekrar tekrar anımsatıyor yaşamın, kapitalizmin bize vadettiklerinden çok daha fazlası olduğunu. İnsana dokunan güzel ve faydalı işler yapmanın, hayatınızdan geçen insanlar nezdinde güzel hatırlanmanın ne kadar önemli olduğunu bir kez daha anlıyorum.

 

Ne zaman dünyaya kök saldığımı hissedecek olsam, okuduğum şiirler alıyor beni mısralarının içine. Ne yaşanmışlıklar var diyorum. Ne aşklar, ayrılıklar kavuşmalar, hayal kırıklıkları yaşanmış ve bitmiş. Faniliğinin bilinmesi ve kayıtsız şartsız kabul edilmesi hırsını, hasetini, kinini, kibrini bitiriyor insanın. Mutluluğa açılan kapı, insanlığın ve kul olmanın bilincini de getiriyor beraberinde. Şairin dediği gibi, hoş bir sada oluyor ancak bu kubbede baki kalan.

Bazen bir kuşun kanat çırpışında, bazen güfteye ruh veren bir müziğin bestesinde buluyorum kendimi. Yaşam bu diyorum. Hem çok uzun hem çok kısa. Hem karmaşık aslında bir o kadar da sade. En önemlisi de, sandığımız kadar çok şeye sahip olmak gerekmiyor “Yaşadım” diyebilmek için.

 

Prof. Dr. Celal TEKİNBAŞ