O hiç dilinizden düşürmediğiniz sanat şehri Trabzon asla ve katta sizin eseriniz değildir.

Anlatayım:

Osmanlı döneminde ve cumhuriyetin ilk yıllarında, azınlıkların, ticaret için şehirde bulunan yabancı misyonun, onların dış işleri memurlarının yarattığı ekonomik ve sosyal trafiğin eseriydi.

Harf devrimiyle birlikte okuma yazma oranının özellikle Müslüman ahali içinde hızla artmasıyla, azınlıkların yayınlarının yanı sıra şehirde birbiri ardına açılan gazeteler, yayın hayatına giren dergiler (ki bunların en ünlüsü Gençler Kulübünün çıkardığı Akın Dergisi'dir) Trabzon şehrinin sosyal hayatına önemli sanatsal değerler kattı.

Türkiye İş Bankası'nın Trabzon şubesinin açılışıyla memuriyetleri için şehre gelen İstanbullu Rebab  ve hat sanatçısı şair ve yazar Sebahattin Volkan, şair ve yazar Necip Fazık Kısakürek katıldıkları toplantılarda, sanat adına önemli işler kotardılar. Trabzon-İran transit karayolunun inşaatında görevli şantiye şefi, besteci Fehmi Tokay ve Trabzonlu Dizdar ailesinin kızı Tamburi Laika Karabey'i es geçemeyiz bu bahiste.

Burada isimlerini zikrettiğim bu şahsiyetlerin, özellikle şimdi Meydan Parkı dediğimiz "Meydan-i Şarki" adıyla anılan parkta, yaz günlerinde akşam saatlerinde toplanarak yaptıkları sohbetler çok değerliydi.

Cumhuriyetin aydınlanmacı kadrolarının Trabzon gençliği üzerinde yarattığı sosyal devrimi yadsıyamayız.  Tarihten gelen Levanten (liman kentlerinde görülen Fransız-İtalyan tarzı yaşam biçimi) geleneğin  de etkisiyle şehirde çok seçkin bir gençlik vardı.

Türkiye İş Bankası Trabzon Şubesi Kambiyo servisinde beş yıl (1930 - 1935) memuriyette bulunan İstanbullu Rebab  ve hat sanatçısı şair ve yazar Sabahattın Volkan, 1960'larda kaleme aldığı anılarında "O yılların Trabzon gençliğini Türkiye'nin hiç bir yerinde bulamazdınız. Ben istihfafla (önemsemeyerek) geldiğim Trabzon'da bilgimi pekiştirmek için bazı kitapları yeniden okumak zorunda kaldım." demiştir.

Yeni kurulmuş Cumhuriyetin aydınlanmacı kadrolarının hakkını da bu yolla teslim etmemiz gerekir. Ve bu bahiste Vali Yahya Sezai Uzay Bey'i, Başbakan ve Milletvekili Hasan Saka'yı unutmamak gerek.

Bir şehirli olarak Atatürk'ün sınıf arkadaşı Trabzonlu sarraf Sadrettin Ayata'yı da hatırlamak gerek!

Ancak tüm bunlara rağmen Müslüman ahaliden biri için müzikle, resimle uğraşmak, bir müzik enstrümanı çalmak, enstrümanla sokakta dolaşmak, Müslüman halk arasında "ayıp" sayılırdı. Müzik, çengilerin işiydi. Hafiflikti. Dönemin en ünlü çengileri, Asiye Hanım, Emine Hanım, Hamiyet Hanım ve Saliha Hanım'dı. (Bknz: Trabzonlu Müzisyenler ve Musıkimizde İz Bırakanlar - Müfit Semih Baylan)  Anılarına başvurduğum rahmetli Udi İhsan Hızer, udunu mevsimine göre paltosunun, ceketinin ardına  saklayarak cemiyetteki musiki toplantısına gittiğinden söz etmişti.

Rahmetli Udi İhsan Hızer'in udunu ayıplanmamak için saklayarak cemiyete gittiği zamanda,  meydan parkının tam karşısında (şimdi muhtemelen Güloğlu Lokantası'nın bulunduğu mekan) Terzi Akilef'in kızları Tilda ve Şerika işlettikleri lokantada müşterilerine piyano ile eşsiz dinletiler sunuyorlardı.

Yine aynı alanda az  ilerde (Suluhan tarafına doğru) Ferah Lokantası'nda ezani saatle 12.00'den 2.30'a kadar, lokantanın sahibi Ernest Hegler'in karısı Madamme Hegler ve baldızı Mademoiselle Rita, Chopin, Schubert ve Beethoven'den oluşan repertuarları ile müşterilerine müzik eşliğinde yemek sunuyorlardı.

1930'larda, yeni kurulmuş cumhuriyetin temelini oluşturan yazılı anlaşmanın ve diğer uluslararası sözleşmelerin gereği kimi sosyal değişimler oldu. Osmanlı'dan beri bu topraklarda yaşayan ekaliyyet, mübadeleyle Trabzon'dan gönderildi. Şehir, hatırı sayılır ölçüde yerli Müslüman ahalinin eline kaldı. Onların boşalttığı evler, yazlıklar, köşkler Müslüman  ahalinin eline geçti.

Bıraktıkları yaşam tarzı yerli ahaliyi bu yolla ne kadar etkiledi bu tartışılır ama aileden bir büyüğüm anılarını anlatırken "Allah razı olsun Atatürk'ten, onları buradan gönderdi de biz sanat (zanaat) öğrendik" demekten kendini alamıyordu.

Zira azınlıklar, Kunduracılar Caddesi'nde, bakırcılar çarşısında ayakkabı, her çeşit deri imalatı, kuyumculuk, sarraflık, bankerlik, bakır, demir  ve galvaniz işçiliği, kalaycılık gibi işlerle uğraşırken, yerli ahali, İskenderpaşa Camii'nin çevresindeki arazide hayvan ticareti, meydan bölgesinde çoğu dükkânlarda zahirecilik (zahireci esnafın en ünlüsü Kadir Ağa'dır. Atatürk 1937’de Trabzon'a son gelişlerinde ziyaretini bitirip Trabzon'dan ayrılırken Kadir Ağa'nın dükkânından buğday alıp meydandaki güvercinlere atmıştır. Kadir Ağa'nın dükkânı şimdiki İş Bankası Park Şubesi'nin yerindeydi), tarım ürünleri alım satımı, ot ticareti gibi işlerle uğraşıyordu.

40'lı yıllar zor yıllardı. Dünyayı saran dünya savaşı ateşi Trabzon'u da vurmuştu. Ekmek ve sair temel tüketim gereçleri (ülke genelinde olduğu gibi) karneye  bağlanmıştı.

Çocuk felci, tifo, tifüs, kolera gibi bulaşıcı hastalıklarla uğraşan halkı ilk etapta bu hastalıkların pençesinden kurtarmak için Trabzon'a Numune Hastanesi bu şartlar altında yapıldı.

Bu sıralarda, güç savaş koşullarına rağmen, savaşa girmemek için direnen Türkiye'nin iyi yönetilemediğini düşünen Andan Menderes gibi toprak ağalarının başını çektiği CHP'li heyet "yeter artık söz milletin" kampanyasını başlatmışlardı bile.

Yeter artık söz milletin gazına gelen köylü ahali köylerini terk ederek Trabzon'un yeşili henüz varoşundan kovulmamış dış mahallelerde ve ekaliyetlerin boşalttıkları evlerde ikamet ediyorlardı

Tüm Türkiye'de olduğu gibi şehirler, köylerini bırakıp gelen, ekmeğini  köyünde değil şehrin altın olduğuna inandırılan toprağında arayanlarca doluyordu.

Trabzon bu demografik değişiklikten payını, biraz da yerleşim yerlerinin birbirine çok yakın olmasından dolayı fazlasıyla alıyordu.

Kentli yaşam gerçekten tehdit altındaydı.

Tam bu sırada, 50'lerin başında  Trabzon'a Amerikalılar geldi NATO üssü marifeti altında.

Boztepe'deki o üs, şehre ekonomik, siyasi, kültürel, sanatsal ve aklımıza gelecek her anlamda çok şey kazandırdı.  Sonraki yıllarda elektrik, elektronik alanda adı "usta" sıfatıyla tarihe geçen kimi zanaatkârlar, Amerikalıların NATO üssü kurulurken orada işçi olarak çalışarak kazanmışlardı bu mesleklerini.

Kentli yaşam, kendini koruyabilmek adına nefes almıştı.

Amerikalıların İngilizce yayın yapan kısa dalga radyosunu dinledi bu şehrin insanı tütün damına tütün dizerken.

Radyo yok muydu? Vardı tabii. Uzun dalga Ankara Radyosu. Parazitli, cızırtılı yayında, spikerin ne söylediğini anlamak için çekilen ıstırabı bugün kimseye anlatamazsınız.

Amerikan NATO üssünün radyosu kısa dalgadan yayın yapıyordu ama net, pırıl bir yayın.

O nedenle bu şehrin çocukları büyükleriyle birlikte, daha bebe hallerinde mesela Frank Sinatra'nın,  dünyanın "Voice" diye tanımladığı o muhteşem sesini kulağına kazıdı, müzik gustosunu oluşturdu.

Ve bu durum 1966'da Trabzon İl Radyosu'nun kurulması ile birlikte kentli yaşam adına daha birçok şey tetikledi.

Anten direklerinden birisi, şimdi yerinde  görgüsüz kaba bir köprüyol geçen Belediye İşhanı'nın damına, diğeri Âşıklar Parkının kuzey ucuna çakılı o iki kilowatlık Trabzon il radyosunun spikeri Tijen Kolotoğlu'nun, davudi ama pek kadınca, pek şehirli, pek insanca ve pek güzel Türkçe ile donanmış sesi her sabah "günaydın" dedi şehir halkına.

Türkçe'yi güzel konuşmaya özen göstermek için hergün atılan bir ilk adımdı bu "günaydın".

O yıllarda bir, iki fakülteden oluşan, Türkiye'nin küçük ama pek prestijli üniversitesi Karadeniz Teknik Üniversitesi (kısaca katü değil, ka te ü. öyle denirdi), mesela İTÜ'den, mesela İÜ'den ücretsiz derse gelen o müthiş  ve evrensel değerdeki hocaların uğrak yeriydi.

Çoğu öğrencisi bu şehrin çocukları olan  üniversiteli gençler, bu hocalardan  ilim, irfan, medeniyet öğrendi.

Bu durum 70'lere kadar devam etti.

NATO üssü 1970'de tasını tarağını toplayarak ayrıldı Trabzon'dan.

Amerikan üssünün Trabzon'dan ayrılışından sonra bu yolda yeni bir görevdeşlik yakalayamayan kültür şehrinin kaybı yani çöküş, 80'lerde Özal ve onun liberal ekonomisiyle hız kazandı.

Azınlıklar gideli, sefaretler kapanalı çok olmuş, Amerikalılar yok, KTÜ'ye gelen o müthiş hocalar, üniversiteyi organize bir biçimde ele geçiren üstü örtülü mikro milliyetçilik kullanılarak bir bir sistemli olarak kovulmuş.

Neo-Liberal ekonomik sistemin gazıyla el değiştiren o güzelim Trabzon evleri bir bir yıkıldı ve yerine, çirkin, şekilsiz, insanı rahatsız eden yüksek sesli bir homurtuyu andıran binalar yapıldı. Hacıbeşir'in lahana marul bostanları yok edildi, büyük bir görgüsüzlükle.

Çok sonra 90'larda Ruslar geldi, akın akın.

1916 işgalinde kendi adlarına da olsa Trabzon'u imar eden Ruslar yeniden katkı sağlayabilirlerdi, mesela sanatsal anlamda!

Gürcistanlı bir tiyatrocu olan Varlam Lali Nikoladze'nin, 90'ların başında Gazeteci Faruk Ata'nın Blue Sea adlı Night Club'ında yaptığı programlar unutulmaz, yeri doldurulamaz niteliktedir hâlâ. Dedesi Rus-Gürcü balesinde önemli bir ekol olan  ve kendisi de balerin olan Tamliko İgeshvili namı diğer Tamara Zurabishvili hala (28 yıldır) bu şehrin çocuklarına bale öğretir.

Bu, birçok şey için, mesela  köy-kent yapısına bürünmeye başlamış Trabzon'un kentlileşmesi için yeniden bir fırsat olabilirdi.

Olmadı.

Zira onların da kadınına potansiyel fahişe, erkeğine yolunacak kaz gözüyle bakıldı ve 90'ların ortasında bir daha gelmemek üzere gittiler.  

Şimdilerde biz akın akın gidiyoruz onların geldikleri yerlere, mesela Batum'a.

Şimdi, nerede durduğumuza, fikren neye hizmet ettiğimize bakmak gerek.

Bakmak ve anlamak gerek. Zira o dillerden düşürülmeyen "Sanat şehri Trabzon, bu ahalinin eseri değildi"

Olmadığı için de şimdi bir başka, çirkin bir homurtu olan Trabzon yaratıldı el birliği ile...

Sonsöz:

Yerlisi olmayan bir şehri yozlaşmaya, talana, ihanete karşı koruyan olmaz. Trabzon'un özellikle son 50 senede, ağaçtan, sanattan, kültürden, estetikten yoksun kalmasına ses çıkaracak, şehri koruyacak yerli Trabzonluların çoğu yaşanan sosyal değişim ve bu değişimin tetiklediği sosyal erozyon sonrasında Trabzon’dan göçüp gitmek zorunda kaldı. Yerine gelen ahaliden Trabzon'un hâlâ yerlisi oluşmadı. Ve yerli Trabzonlular oluşana kadar da Trabzon diye bir şehir kalmayacak ne yazık ki.