Cahilliğin verdiği basitliği, taşra yaşam biçiminin durağanlığını ve içi boş temelsiz özgüveni somut bir biçimde anlatan, edebiyatımızın önemli yapıtaşlarından olan Sabahattin Ali’nin Kuyucaklı Yusuf romanının, Erkan Akçelik’in uyarlaması ve Ayşe Berna Konur’un rejisi ile Trabzon Devlet Tiyatrosu sahnesinde yeniden hayat bulan aynı adlı oyuna gittim. Bu arada şunu özellikle belirtiyim, afişine +13 ibaresi konulmuş!
Geçen yıl perde diyen ve Devlet Tiyatrolarının çeşitli sahnelerinde kendine yer bulan, Trabzon Devlet Tiyatrosu yapımı Kuyucaklı Yusuf oyunu, Trabzon Devlet Tiyatrosunda uzun bir süre birlikte çalıştığım Ayşe Berna Konur’un rejisiyle eli yüzü düzgün, kişiyi sıkmayan, hikâyeyi bildiğiniz halde merak ettiren, şırıl şırıl akan, temposu hiç düşmeyen, sahne olanaklarını iyi kullanan dört başı mamur bir temsil olmuş.
Oyuna neden bu kadar geç gittiğime hayıflandım doğrusu! A sırasındaki koltuğuma oturduğumda, yine bilindik bazı DT oyunları gibi nasıl sıkılacağımı düşünürken; o da ne?! Pırıl pırıl bir reji, artikülâsyonu yüksek ve epik tiyatronun her alanını çok iyi kullanan bir oyun ile karşılaştım. 1 saat 50 dakikanın nasıl geçtiğini anlamadım bile!
Yazımda; Sabahattin Ali’nin Kuyucaklı Yusuf’taki herkes tarafından bilindik edebi ustalığını değil, Erkan Akçelik’in uyarlamadaki, Ayşe Berna Konur’un rejideki başarısından söz edeceğim ve tabi oyuncu arkadaşların da haklarını teslim ederek!
Rejinin başarılı anlatımıyla, 1910’lu yılların taşrası gerçekçi bir anlatımla yüzümüze tokat gibi çarpıyor. Cahillik, sonradan görme durumları, kişisel yüksek ego, tamahkârlık ya da başka bir deyişle paragözlük, kişisel çıkar düşkünlüğü, dinsel kodlar gereği kadının mal gibi görülmesi, hatta alınıp satılması ve insan öldürmenin hayvan öldürme rahatlığıyla yapılmasını net bir biçimde hissediyoruz.
Reji tüm bunları sahneye aktarırken geri planda aklımıza; “bu kişiler pınar başında testisini dolduran neşeli, al yemenisi ve basma entarisiyle yaşayan bir kültürün parçası değil, bu kişiler doğaları gereği son derece zayıf, ayartılmaya, kandırılmaya son derece açık, bunlarla birlikte paranın getirdiği hırsa çok kolay kapılan öz saygısı ve diğer etik değerleri hiç oluşmamış kişiler” düşüncesini getiriyor.
Rejinin sahneye koyduğu Muazzez karakteri (ki oyun onun üzerine kurulu), 1910’ların Anadolu’sunda kapalı ve baskıcı bir geleneğin içinde büyüyen ve bu şekilde doğal arzu ve gereksinimlerini içinde bastırmaya mecbur bırakılan bir genç kız. Ve bundan dolayı tabii ki çoğu zaman sinirli ve ruhen bozuk bir mizaca sahip. Örneğin, annesi Şahinde Hanım onu gezmeye götürürken uzun süre saçları ile oynayan, düzeltmeye çalışan ama o saçları ile oynarken ne annesi Şahinde hanımın ne de kaymakam babası Selahattin Bey’in onunla ruhen ilgilenmek akıllarına gelmiyor. Muazzez onlar için vitrine konulmuş, sadece dışı parlatılmış, içi ile hiç ilgilenilmeyen zamanı gelince de Hilmi bey gibi yağlı bir müşteriye okutulmak istenen bir süje.
Yer yer küçük dokunuşlarla da olsa Muazzez’i ve çevresini salondaki 300’ü aşkın seyirciye hissettiren, yaşatan reji, reji masası ve oyunculara kocaman bir alkış!
Kuyucaklı Yusuf’u Erkan Akçelik’in uyarlamasıyla sahneye koyan Ayşe Berna Konur, rejideki harika buluşlarıyla sahne tekniğini de çok iyi kullanarak Sabahattin Ali’nin romanında verdiği mesajları bir özet niteliğinde çok başarılı bir şekilde sunmuş ve salonu dolduran seyirciye hissettirip yaşatma başarısını göstermiş.
Bunlar öyle dokunuşlar ki; cehalet, taşra, yalnızlık, fakirlik, tamahkârlık, cinayet işlemedeki rahatlık ve serkeşlik, yaşamın çürümüşlüğü, devlet yönetiminin mafyatik unsurlara teslim edilmiş olması ve tüm bunların kol gezdiği Aydın’ın Nazilli ilçesindeki 1910’lu yıllardaki yaşam tarzı sunulmuş.
Tüm bu saydıklarımız sunulurken de reji, “iyi” ya da “kötü” tiplemesi gözümüze sokulmayıp aksine yozlaşmanın herkeste eşit bir biçimde gerçekleştiği tasavvuru sahneye konulmuş.
Biz seyircilere de onu oradan alıp hissetmemiz, yaşamamız kalmış.
Rejisörün, Kuyucaklı Yusuf’u sahneye aktarmadaki başarısı kuşkusuz; oyuncu seçiminde ve bu oyuncuları oynatabilmesinde de saklı. Oyuncuların salondaki biz seyircilere oyunculuklarıyla aktardıkları karakterlerin yozlaşmaya nasıl açık oldukları, şehirden eğitim alıp gelen Kaymakam Selahattin Bey (Gürkan Eraslan), kaymakamın karısı ve Muazzez’in annesi Şahinde Hanım (Gülendam Rümeysa Sağlam), kaymakamın emrindeki jandarmalar ve kasabanın diğer şahsiyetleri Şakir (Ogün Kılıç), Ethem (Durulcan Yaman), İzzet (Hazar Altuntaş)’de farklılık göstermektedir. Romanda anlatılmak istenen somut ana fikir üzerinden, Anadolu’daki kültürel çürümüşlüğün eleştirisi bu şekilde hakkını vererek temsilde ortaya konulmuş oluyor!
Kaymakam Selahattin Bey’in bir olay sonucu 320 altın borçlanıp, bu borcu ödemeyince borcu karşılığı Muazzez’i Hilmi bey’in evine gelin vermesi ve bunu kabul etmeyen Muazzez’in (Elvan Tibukoğlu) “Babaların günahlarının bedelini neden kızları öder ki?” diye iç geçirmesi Kuyucaklı Yusuf Oyununun kilit noktası idi. Bu aşamadan sonra Ali’nin (Mahir Elvan) insani çabaları ve sonuçta borcu ödeyip Muazzez’i o evden kurtarıp arkadaşı Yusuf ile evlenmesini sağlaması da oyunun ikinci bir kilit noktasını teşkil ediyor. Çünkü Ali gücün oklarını üzerine çekiyor ve sonuçta öldürülüyor. Kısa bir rol olmasına karşın olaylar Mahir Elvan’ın başarılı bir biçimde hayat verdiği Ali’nin çevresinde örülüyor ve Ali hikâyenin akışını değiştiriyor.
Kimi edebiyatçılar tarafından Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun “Yaban” adlı romanında çalıntı olduğu iddia edilen Kuyucaklı Yusuf’un Yusuf’u, Türk edebiyatının en romantik hatta en lirik kahramanlarından biri olarak başı çeker. Temsilde Yusuf’u oynayan Efecan Baştürk bu romantizmi oturduğumuz yerde hissettirdi biz seyircilere.
Sabahattin Ali’nin kahramanı Muazzez için yaptığı “Neyse ki o bir ev kızıydı. Hiçbir şey yapmadan, hiçbir şey düşünmeden tüm gününü geçirebilirdi" betimlemesi rejide es geçilmemiş ve şahane dokunuşlarla yerli yerine oturtulmuş olması muhteşem kuşkusuz!
Öte yandan sahnenin çok iyi kullanılması rejideki başarıyı bir hayli yükseltiyor. Dekorun hareketli ve ters yüz edilerek çok amaçlı kullanılması gerçekten güzel. Gereksiz ışık atraksiyonlarına kaçılmadan oyunun konusundaki naifliğin korunması bambaşka güzel. Sahne alanını yerli yerinde kullanılması sahne tekniği açısından başarılı.
Rejiyi destekleyen teknik unsurların içinde sadece takıldığım konu, konservatif olarak seçilmiş olan müzikler ne yazık ki. Çok örnek verebilirim ama birini vereyim, Muazzez’in Ali ile en romantik en lirik sahnesinde güzelim gırnata (klarnet) arkadan duygularımızı alaşağı etti. Yerli oyun diye geleneksel ya da sufi seslerin kullanılması şart değildi. Örneğin Göksel Baktagir’in makamsal ama Avrupa-i kanun dokunuşları ya da ünlü Narada Collection’un tane tane lirik piyano varyasyonları pek âlâ o güzelim sahneleri desteklerdi. Hülâsa konservatif müzik seçkisini pek tutmadım.
Oyuna konulan ritüel tarzı küçük tabloların yanı sıra finalde yukarıdan atılan tül ile verilen toplu fotoğraf gerçekten müthişti. Geçmişle gelecek bu kadar iyi anlatılamazdı.
Hülasa dört başı mamur bir oyun izledim Trabzon Devlet Tiyatrosu sahnesinde. Huzur içinde ayrıldım salondan ve 1913’ten 2022’ye ülkemizde toplumsal kodlar açısından pek bir şey değişmediğini bir kez daha hatırlamak beni derinden üzdü. Tarih tekerrürden ibarettir sözü sanırım Anadolu coğrafyası için söylenmiş bir söz!
1 saat 50 dakika biz seyircileri sahne ile bütünleştiren başarılı bir oyun ortaya koyan tüm oyuncuları alkışlıyorum. Rejisör Ayşe Berna Konur’u da bu başarılı reji için tebrik ediyor ve nitelikli bir reji seyretme imkânını sağladığı için teşekkür ediyorum!
Yazının sonunda bir kelâm da salonu dolduran 300’ü aşkın seyirce, şu salonlarımızı kasıp kavuran ayakta alkışlama görgüsüzlüğüne kapılmadan oturdukları yerde selâmı alkışladılar. Bir alkış da seyirciye!