Bu yazım; “kızım sana söylüyorum gelinim sen işit” yazısıdır. Kız kim, gelin kim sorusunu sormayın bana zira onlar kendilerini bilirler. Son derece mayınlı olan bu sahada bir serseri mayına kurban gitmek istemiyorum.

Yıllar yıllar önce İstanbul’da turnedeyim. Kurumum DT’nin anlaşmalı olduğu Taksim’deki Dilson Otel’de kalıyorum. DT’nin Taksim Sahnesi’nde oynuyoruz. Taksim Sahnesi’nin kapatılmasından önceki son birkaç oyundan biri oynadığımız oyun. Akşamüzeri yaptığımız provadan sonra ertesi gün oyun saatinde toplanmak üzere ekip dağıldı. Kimisi odasına istirahata çekildi, kimisi İstiklal’de tur atmaya kahve yudumlamaya gitti. Ben de İstiklal’deki anılarımı tazeledikten, müdavimi olduğum ve Darvaş’ın en seçme plaklarını elinde olmadığı halde bana sağlayan Madam Katina’nın tünele giderken solda bulunan plakçı dükkânın yerinde olmadığını da gördükten sonra (oysa Madam Katina vefat edeli yıllar olmuştu, o ölünce dükkân kapanmıştı, niye aradım ki orayı bilmiyorum!) aheste çek kürekleri mehtap uyanmasın tarzında yürüyerek otele geldim erkenden yattım.

Öyle bir uyumuşum ki uyandığımda saat sabahın dört buçuğu idi. Daha vakit var düşüncesiyle yeniden uyumaya çalıştım ama uyuyamadım, zira deliksiz uyuyarak uykumu almıştım. Kalktım, banyoya girip çıktım, giyindim ve lobiye indim. Dilson Oteli bilenler bilir basık tavanlı dar bir mekândır lobisi.

Lobide resepsiyon memuru bir de görevli vardı. Üçüncü kişi de ben. Caddeye bakan tarafta uzun koltuklardan birine oturdum. Görevli geldi bir isteğimin olup olmadığını sordu ve gitti. İşte bu sırada otelin girişi kapısı açıldı içeri üç kadın girdi. Hallerinden ve yok etekli kıyafetlerinden çevredeki gece kulüplerinde çalışan kadınlardan oldukları belli oluyordu. Resepsiyona gittiler ve bir isim vererek onunla görüşmek için, kaldığı odaya çıkmak istediklerini söylediler. Resepsiyon memuru, odaya çıkartmaya yetkili olmadığını, verdikleri ismi lobiye çağıracağını söyledi. Üç kadın beklemeye koyuldu, resepsiyon memuru o kişinin kaldığı odayı telefonla aradı, uzun beklemeden sonra nihayet o kişiye ulaştı durumu anlattı ama o kişi lobiye gelmedi. Kadınlar da bunun üzerine “neden gelmiyor, biz onun beyefendiliğine, kibarlığına geldik buraya! Hem o çağırdı bizi, neden sözünde durmuyor?” diyerek ısrarcı oldular ve o kişi sonunda geldi, önce kadınlara nereden tanışıyoruz havasında dikkatli dikkatli baktı ve sonra kadınlarla birlikte lobide bir masaya oturdu, belli ki kadınlara randevu vermiş ama sonra vazgeçmişti. On dakika kadar süren konuşmanın sonunda kadınlar felâket bozulmuş vaziyette arkalarına bile bakmadan çıkıp gittiler. Adam da odasının yolunu tuttu.

Anlattığım olayı başından sonuna kadar lobideki görevli de izlemişti ve kadınlar dışarı çıkınca, adamda odasının yolunu tutup gidince görevliden gelen yorum müthişti. Resepsiyondaki memura: “Tabii kabul etmeyecek abi. Adam karıları gece pavyon ışığında melâike gibi görmüştü. Sabah uyanıp da bu paçozları bulacağını nereden bilsin. Baksana abi, karıları zor tanıdı. Sen olsan kabul eder misin?”

Anılarımda kalan ve tamamen tesadüfen tanık olduğum bu olayı neden anlattım? Artık sayıları her geçen gün artan asparagas tiyatro yönetmenlerine bir gönderme yapacağım da ondan:

Asparagas sözcüğü, dilimizde oldukça çok kullanılan İngilizce (asparagus) kökenli sözcüklerden birisidir. ‘Şişirme haber’ anlamına gelir. Yazımı okudukça bu yönetmenlere neden ‘Asparagas yönetmen’ dediğim anlaşılacaktır.

Asparagas tiyatro yönetmenleri neden hep belirsizliği ve loş atmosferleri sever? Asparagas tiyatro yönetmenleri neden sahnede hep “pavyon ışığı” ister? Dilson Otel’in lobisinde 24.00-08.00 vardiyasında görev yapan o görevlinin (Bellboy mu deniyordu onlara?) dahi sağduyusuna asla sahip olmayan bizim anlı şanlı tiyatro eleştirmenlerimiz, pavyon ışıklarıyla donatılmış (ışık tasarımı) sahne ile karşılaştıklarında neden çağdaş sahne estetiğiyle karşılaştıklarını zannederler?

Bu asparagas yönetmenler sahneye koydukları oyunların karakterlerini, neden uygun bir biçimde konuşturmayı başaramaz? Neden kişilikleriyle uygun bir davranış sergilemesini beceremez? Bu asparagas yönetmenler karakterlere yükledikleri davranış tanımlamasıyla, neden eski Yeşilçam filmlerindeki fabrika kızını bir sanatçıya, civanmert oğlanı bir devrimciye, kötü adamı sosyoloğa dönüştürebildiğini sanıyor? Sanı böyle ama bu sanı da fena halde yanılıyor. Karakterlere “resim resimdir” ya da “sanat sanattır” gibi vecizeler yumurtlatması, o asparagas yönetmenin insanlarını Ediz Hun ya da Cüneyt Arkın’ın oynadığı kişilerden daha zeki yapmıyor. Onları entelektüel hatta “bilgi tüccarı” bile yapmaya yetmiyor.

Şimdi sayıları her geçen gün artan bu asparagas yönetmenlerin sahne dekoru olarak meselâ, kenar mahalle ya da fabrikatör Hulusi Kentmen’in malikanesi yerine bir resim galerisi koyması, asparagas yönetmeni Yeşilçam melodramlarının emektar senaristi Bülent Oran’dan daha başarılı kılmıyor. Tersine Bülent Oran bu asparagas yönetmenlerle kıyaslandığında gayet inandırıcı ve samimi görünüyor.

Bugünlerde Türk Tiyatrosunun en önemli sorunu, Pavyon ışıklarını ve paçozluğu seven bu asparagas yönetmenler ile Dilson Otel’de gece vardiyasında lobide görev yapan o görevli kadar sağduyusu olmayan, hayatı tanımayan; pavyon ışıklarının aydınlattığı sahneyi ve paçozluğu çağdaş sanat estetiği sanan eleştirmenlerdir.

Türk Tiyatrosunun, bunlardan kurtulmadan bir arpa boyu yol gidemeyeceği açıktır!

Bu yazı, asparagas yönetmenlerin yarattığı ortamın ve onların dalkavuğu eleştirmenlerin utancını Türk tiyatrosuna mal eden ve isimleri benim “utanç listemde” yer alan tüm asparagas tiyatro şahıslarına mal edilebilir.

Ancak yine bu yazı, asparagas yönetmenleri ve onları dalkavuklarının yaratıcı sayıldığı bu tür tiyatral ortamda eleştirmen sayılabilecek olan, parıltılı medyanın gazetelerinin renkli sanat eklerinde tiyatro eleştirisi yazan ve bu nedenle eleştirmen sayılan; tiyatromuz bu düzeyde kaldığı sürece eleştiri yazabilecek olan eleştirmenlere de mal edilmelidir.

Ve yine yukarıda soruyu soran bendenizin mi ahmak ya da salak olduğu, yoksa soruları yönelttiği asparagas yönetmenlerin ve onların eleştirmenlerinin mi ahmak ya da salak olduğunu tahmin etmek tabii ki bana değil, siz okurlara ve siz aziz tiyatro seyircilerine düşmektedir.